13.05.2016
8. iŞÇi SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLiĞi HAFTASI KONFERANSI
Bilginize;
İş yaşamına aktif olarak veya dolaylı olarak katılan tüm çalışan arkadaşlarımız;
Bilindiği üzere 4 – 10 Mayıs tarihleri arasında bizler, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Haftası sebebi ile gerçekleştirilen çeşitli etkinliklere yurt içinde, bu alanda çeşitli çalışmalar yapmış kurumların yurt içi ve yurt dışından gelen temsilcileri ile birlikte katılıyoruz.
Bu yıl da 8’incisi düzenlenen Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı 8-11 Mayıs 2016 tarihleri arasında bu kapsamda İstanbul’da gerçekleştirildi.
Konferansta yurt içinden ve yurt dışından birçok kurumun temsilcileri konuşmacı olarak bulundu. İlk gün Cumhurbaşkanı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, TİSK ve Türk – İş genel başkanları, ILO temsilcisi ve İş Sağlığı ve Güvenliği genel müdürünün katılımı ile başlayan konferansa Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Fransa, Griffith Üniversitesi – Avustralya, Avrupa Birliği İş Sağlığı ve Güvenliği Ajansı (EU-OSHA) Belçika, Uluslararası Sosyal Güvenlik Birliği (ISSA) İsviçre, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) İsviçre, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Türkiye temsilcileri, Marmara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi, On Dokuz Mayıs ve Üsküdar Üniversitesi ve daha bir çok kuruluşun katılımcıları ile TÜRK-İŞ, DİSK temsilcileri ve Teftiş kurulundan İş müfettişlerinin katılımıyla dört gün süreli bir konferans gerçekleştirildi.
Bu denli geniş çaplı bir konferansta ‘’beklentiler karşılandı mı?’’ diye soracak olursak bu sorunun cevabı kişiden kişiye veya kuruluşlara göre değişiklik gösterebilir. Lakin yabancı katılımcıların söyledikleri dışında genel olarak vurgulanan iş kazalarında veya meslek hastalıklarında kimin kime karşı, hangi oranlarda sorumlu olduğu konusu idi. Bu konularda açıkça 6331 sayılı iş sağlığı ve güvenliği kanununda, 5510 sayılı sosyal sigortalar ve genel sağlık sigortası kanununda, 6645 sayılı kanunda ve 4857 sayılı iş kanunda açıkça yer alıyordu. Yani bilinenlerin ve uygulananların çok da dışına çıkıldı diyemeyiz.
Yabancı katılımcıların yaptıkları konuşma ve tespitlerde, özellikle Uluslararası İş Müfettişleri Birliği (IALI) İngiltere’den katılan Kevin MYERS’ in vurguladığı gibi, her zaman birinci sorumluluğun risk faktörlerinin bulunduğu aktivitelerden fayda sağlayacak olan ve bu ortamları ( yani iş faaliyetlerinin yürütüldüğü ortamlar) yaratan kişilerde olduğu ortak kanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda sorumluluklar işveren tarafından üstlenilmeli ve bu konularda alınan tüm önleyici tedbirler alt birimlere anlatılmalı ve aktarılmalıdır.
Uluslararası Sosyal Güvenlik Birliği (ISSA) İsviçre’den Errol Frank STOOVÉ’ un değindiği bir diğer önemli nokta da iş kazalarında ve meslek hastalıklarında sadece tazminatları ödemekle kalmamalı, bu kazaları ve hastalıkları önleyici stratejilerin geliştirilmesi ve sahada uygulanmasıydı. Ayrıca başarıya ulaşan stratejilerin sürdürülebilirliği sağlanmalıydı.
Teknolojik önlemlerin yanında, eğitimlere gereken önem verilmeli, gerekli zaman ve bütçe ayrılmalı, geliştirilen önleyici tedbirlerin bilinçli bir şekilde kişilere aktarılması ve aktarılan uygulamaların sürdürülebilirlik açısından uygulanıp uygulanmadığını denetlenmesiydi.
Yine bu süreçte risk ile karşılaşan kişinin, riskin ortadan kaldırılması veya minimize edilmesi aşamasında kiminle konuşacağı, uygulamaları kiminle yapacağı bir diğer önemli nokta. Genellikle bu noktada yanlış kişiler ile görüşülüyor ve riskler karşısında önleyici tedbirler ya alınamıyor ya da tedbirlerin alınmasında geç kalınıyor. Riski tespit eden kişi bu süreçte konuştuğu kişi ile başlattığı süreci iyi takip etmeli, sonuç alamıyorsa vazgeçmeden bir diğer yetkili ile en kısa sürede irtibata geçmelidir. Sonuç ne zaman ve hangi kişi ile alınmışsa diğer süreçlerde de aynı kişiler ile irtibat sağlanmalıdır. Bu kişiler usta, ustabaşı, şef, müdür, iş güvenlik uzmanı ya da işveren olabilir. Önemli olan riskin önlenmesi ya da iş kendi içinde riski barındırıyorsa minimize edilmesidir. Bu süreçte doğru kişi ancak sonuç alındığında tespit edilebilir ve sürecin sürdürülebilirliği sağlanabilir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Türkiye Ofisinden Dr. Pavel URSU’ nin değindiği önemli bir diğer nokta sağlık uygulamalarının ulaşılabilir olması, planlanan etkinliklerin, uygulanacak olan önleyici tedbirlerin sahaya uygulanması ve uygunluğunun denetlenmesi idi.
Bu bağlamda sağlık ve ekonomik kalkınma ayrı ayrı düşünülemeyeceği gibi özellikle hükümetler halk sağlığı konusunda işbirliği yapmalı ve sürdürülebilirliğinin sağlanması konusunda üzerlerine düşenleri yapmalarıydı.
Zaten konferansın genel amacı da İşçi sağlığı ve iş güvenliği kültürünü toplumun geneline yerleştirmek ve sürdürülebilirliğinin sağlanması olarak belirlenmişti.
Sürdürülebilirlik de ancak ve ancak bu tür konularda toplumun ve özellikle işçinin donanımlı olması ve işverenin bu tür durumlarda gerekli olan tüm önleyici tedbirleri ve stratejileri uygulamaktan kaçınmaması ile sağlanabilir. Ayrıca bu uygulamaların kayıtsız şartsız bağımsız yetkili kişiler tarafından denetlenmesi ile mümkündür.
Bir diğer önemli nokta da iş icra eden kişinin her şeyden önce kendisinin ve çevresinin zarar göreceği davranışlardan mutlak suretle kaçınması ve işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda belirlenen koruyucu tedbir ve yönetmeliklere uymasıdır. Ayrıca bunların dışında tespit ettiği risk ve tehlikeleri mutlaka yetkili kişi, makam veya kurumlara bildirmelidir. Bir tehlikenin ortadan kaldırılması mümkün iken bir şey olmaz mantığı ile asla olaya yaklaşmamalı, ne kendisini ne de çevresini doğabilecek tehlikelerle karşı karşıya bırakmamalıdır.
Bu süreçlerde her zaman birinci derecede işveren yükümlülük altındayken işçi de kendisi adına sorumluluk sahibi olduğunu unutmamalı. Nitekim bilinçsizce yapılan bir davranışın bazen kendi bazen de diğer bir kişinin hayatına mal olabileceğini kişi hiçbir zaman unutmamalı. Yine iş icra eden kişi kendisinin, kendisi ve çevresi için değerli olduğunun her zaman bilincinde olmalı, kendisini ve hayatı sevmeli bunun yanında işveren de işçisinin değerli olduğunu, onun için birçok fedakârlık yapabileceğini çalışanına yaptığı uygulamalar ile hissettirmelidir. Bu şekilde başarı ve sürdürülebilirlik sağlanabilir.
DİSK temsilcisi Tevfik GÜNEŞ’ in oturum esnasında dile getirdiği Özel İstihdam Büroları ile yapılacak olan geçici iş ilişkisi süreçlerinde iş kazası ve meslek hastalıklarının takibinin zorlaşacağı, kayıt dışılığın artacağı ve işverenin bu süreçten kendisini muaf tutacağı yönündeki tespiti de son derece doğrudur.
TÜRK-İŞ temsilcisi Barış İYİAYDIN’ ın bu sürecin sadece kültürü aşılamakla başarıya ulaşamayacağı, kişinin istihdam güvencesinin devam etmesi, gelir düzeyinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde iyileştirilmesi, gelecek ve iş korkusunun olmadığı bir iş yaşamı ile ortak biçimde gelişmesiyle mümkün olabileceğini dile getirmiştir.
Her iki tespitte son derecede yerindedir. Nitekim çalışan kendisini işyerine ait hissetmediği durumlarda, gelip geçici olduğunu düşündüğünde, çalışma saatlerinde gelecek ve iş kaygısıyla mücadele ettiğinde, yeter ki iş olsun evime ekmek götürebileyim, çocuğuma harçlık verebileyim gibi yorgun düşüncelerle iş yerine geldiğinde dikkatini işine yoğunlaştırması maalesef ki çok mümkün olmayacaktır. İşine odaklanamadığı gibi işin doğurabileceği risk ve tehlikelerin de maalesef yeterince farkında olamayacaktır.
Hepiniz takdir edersiniz ki bir çalışanın kendini bir iş yerine, bir işe ait hissedebilmesi, iş yerini sevmesi, işini tanıması ve işine odaklanabilmesi, çevreyi tanıması, tehlike ve riskleri zamanında ve doğru biçimde tespit edebilmesi, bu yönde alınan koruyucu ve önleyici tedbirleri anlayıp uygulayabilmesi için dört ya da altı aylık gibi kısa süreler maalesef yeterli olmayacaktır. Kişi bu süre zarflarının sonunda iş akdinin feshedileceğini bildiği için sağlıklı bir çalışan olamayacağı gibi sağlıklı bir iş üretemeyecek aynı zamanda risk ve tehlikeler karşısında korumasız kalacaktır. Olayın en kötü taraflarından birisi de bir meslek hastalığı ortaya çıktığında ya da bir iş kazası meydana geldiğinde çalışanın kiminle muhatap olacağı oldukça karmaşık bir yapıdadır. Geçici iş sözleşmesi ile çalışan bir işçinin esas işvereni Özel İstihdam Bürosu olacağından hukuksal süreçte sıkıntıların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ayrıca Özel İstihdam Bürolarının işe yerleştirmelerde çalışana ne derecede İşçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini vereceği de ayrı bir tartışma konusudur. İş üreten, bizzat işin içinde bulunan gerçek işveren bile tehlike ve riskleri tam olarak tespit edemezken İkincil kişilerin bu riskler konusunda ne kadar bilgili olabileceğini ve ne derecede önleyici stratejiler geliştirebileceğini sizlerin takdirine bırakıyoruz.
Sonuç olarak İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği konusunda ortak kanımız öncelikle İşverenin işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından gerekli olan tüm önleyici tedbirleri ekonomik çıkar gözetmeksizin alması, bu konularda risk değerlendirmelerini sürekli kılması, yetersiz kaldığı durumlarda, bu konularda başarı elde etmiş diğer işveren, kişi veya ulusal ve uluslararası kuruluşlar ile istişare yapması ve bunu tüm alt tabanına yayarak kontrollü bir şekilde sürdürülebilirliğini sağlamasıdır. Bunun yanı sıra çalışanların istihdam güvenliğinin süresiz iş sözleşmeleri ile sürdürülebilir olması, kişinin kendini o iş yerine ait hissetmesi, işini ve işyerini sevmesi, kendini değerli hissetmesi de alınan tedbirlerin uygulanmasında ve sürdürülebilir olmasında son derece önemlidir. Ve her iki taraf ta bu konularda yapılacak olan çalışmalara sadık kalmalı ve eksiksiz olarak uygulamalıdır. Ayrıca işçi sirkülasyonu söz konusu olduğunda alınan tedbirlerden taviz verilmeden, yeni katılan çalışanlara bu uygulamalar detaylı olarak anlatılmalı ve uygulatılmalıdır. Bu konuda da iş yeri teftişleri, düzenli olarak bağımsız kişiler tarafından sürekli olarak yapılmalıdır. Aksi tekdirde sürdürülebilirlik maalesef mümkün olmayacaktır.
Devletlerden de beklentimiz meslek hastalıkları gruplarının genişletilmesi, meslek hastalığı tanısı koyan hastane sayılarının arttırılması, tanıların tedavisinde ve hastalıkların engellenmesinde uluslararası işbirliği yapılması ve bu hastalıklarla mücadelede çalışana, iş görme edinimini yerine getirene kadar destek sağlamasıdır. Ayrıca İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği uygulamalarında iş yerinin, İş yeri hekiminin ve İşçi Sağlığı ve Güvenliği Uzmanının ve ya Profesyonelinin iş sahasındaki aktifliği bağımsız kişilerce sürekli olarak denetlenmeli ve bu denetlemeler bu kişilerden habersiz yapılmasıdır.
Nitekim bu konuda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı temsilcisi olarak oturuma katılan sn. Lütfi İNCİRLOĞLU’ na denetim ve cezai işlemler ile ilgili sorduğumuz soruya İstanbul Üniversitesinden Sn. Prof.Dr. Gülsevil ALPAGUT’un soruyu sesli olarak salona okumasına rağmen cevap vermemeyi uygun görmesi , denetim ve uygulamaların yetersiz ve eksik olduğu yönündeki düşüncemizi haklı çıkarmaktadır.. Takdiri sizlere bırakıyoruz.
Takdir edersiniz ki denetim mekanizmasının işlemediği bir ortamda yazılan, çizilen, öngörülen her şey kâğıt üzerinde yazılı olarak kalır ve uygulamalarda mutlak suretle aksamalara neden olur. Bu da zaman içerisinde iş kazalarının yaşanmasına, meslek hastalıklarının çoğalmasına, can kayıplarına veya uzuv kayıplarına yol açacaktır. Bizlerinde bu seçeneklerden kötünün iyisini seçmek gibi bir lüksümüz maalesef yoktur. Bu süreçte yer alan herkes sorumluluğunu eksiksiz olarak üstlenmelidir. Ve yine unutulmamalıdır ki halen ülkemizde iş kazası sonucu binlerce insan yaşamını yitirmektedir, binlercesi de farklı iş kazalarında uzuv kayıpları yaşamaktadır .
Aşağıdaki tabloda 2012 – 2015 yılları arasında iş kazası sonucu yaşamını yitirenlerin verileri yer almaktadır.
Yukarıda ki tablo ne kadar acı olsa da yarınlarımız da İş kazalarının hiç yaşanmadığı, can kayıplarının, uzuv kayıplarının olmadığı, meslek hastalıklarının kol gezmediği, risklerin minimize edildiği en önemlisi de insanın insan olarak değer gördüğü güvenli ve sağlıklı bir çalışma yaşamı temennisi ile.
KRİSTAL İŞ SENDİKASI MERKEZ YÖNETİM KURULU